Yazardan
1968
Mahallenin üzerine limonlu gazoz kokusu sinmişti. Tahta kapılar yarı aralıktı; serinlik avluların taş duvarlarında gezinip içeri süzülüyordu. Sokakta oynayan çocukların bağırtısı ezanla karışıyor, güneş evlerin çinko çatılarından sekip yaramazların alnına düşüyordu. Sokağın kenarına atılmış hortumdan akan suyla serinlemeye çalışan çocuklar, şehrin suskunluğunu biraz olsun delmeye çalışıyordu.
Oğlan yedi yaşındaydı. Ceketinin düğmelerini hep ters iliklerdi. Kafasına bağladığı mendil alnındaki teri tutmazdı; ama nedense o mendili takmadan dışarı çıkmak istemezdi. Babasının marangozhanesinden gelen talaş kokusu üzerine sinmişti. Omzunda duruyor, sanki başka bir tene aitmiş gibi görünüyordu. Yalnız bir çocuktu; ancak yalnızlığa alışık değildi. Sessizliği gözetir, gürültüyü uzaktan severdi.
O yaz, sessizliği en çok bozan bir kız vardı. Bir kız çocuğu... Üç yaşındaydı. Sürekli koşar, düşer, kalkar ama asla ağlamazdı. Çünkü dondurması vardı.
Her gün o dondurma bir yerlere dökülürdü. Kimi zaman eteğine, kimi zaman da yere. Ama en çok da oğlanın sinirlerine.
Oğlanın gözleri onu her gördüğünde aynı noktaya takılırdı: Dondurmanın çenesinden göğsüne, oradan da kollara aktığı o rota... O tatlı felaket. Oğlanın sabrı buraya kadardı. Dondurmadan daha yapışkan bir şey varsa, o da bu kızdı. Yine de gözlerini ondan alamıyordu.
"Üstünü kirletme dedim." dediği günlerden biriydi. Sesi inceydi ama kararlıydı.
Kız ise çilekli dondurmasını gösterip gülümsedi. "Dondurma güzel." dedi. "Sen de yesene."
Oğlan hiç cevap vermedi. Elinde bir tahta parçası, belinde babasının kullandığı kemer gibi bağladığı bir ip vardı. Ciddi bakıyordu. Bir yandan gölgede misket oynayanlara göz atıyor, diğer yandan sokağın ortasında durmuş ona bakan kız çocuğunu izliyordu.
Üzerinde limon sarısı bir elbise vardı; saçları darmadağındı. Bir elinde dondurma, diğer elinde ayakkabısı bulunuyordu. Ayakkabıyı çıkarıp sokağa atmıştı çünkü acımıştı. Öyle diyordu: "Bunlar acıyo."
Oğlan yaklaştı. Bir dizini yere koydu, ayakkabıyı aldı. "Yine mi çıkardın bunu?" dedi.
Kız gülümsedi. Dondurma çenesinden göğsüne doğru akıyordu. "Sana ne, Tutan."
Oğlan gözlerini devirdi. "Adım Tutan değil!"
"Ben öyle diyom..."
Oğlan, elindeki tahta parçasını yere attı. "Madem öyle, üstünü de ben silmem."
Kız omuz silkti; fakat sonra içini çekti. "Anneme söyleycem ama..."
Oğlan kafasını gökyüzüne kaldırdı. Bu, üçüncü tehditti. Yine de cebinden bir mendil çıkardı. Dondurmanın bulaştığı çeneyi ve kolları sildi. Bir yandan da söylendi: "Dondurma yemek bu değil. Her yerine bulaştırıyosun. İnsan gibi ye biraz!"
Kız başını çevirdi. "Ben insan değilim ki." dedi. "Ben Sevda'yım."
Oğlan o anda durdu. Kız çocuğu, kolları dondurmalı, saçları dağınık, üstü başı leke içindeydi... Ama gözleri pırıl pırıl bakıyordu. Oğlan o bakıştan ilk kez kaçmadı. O anı, yıllar sonra bile hatırlayacaktı. Çünkü o gün, bir yaz gününün tam ortasında, saat dört buçuk sularında, bir oğlanın kalbi ilk kez atmıştı. Ve o kalbin üzerine