Mayıs 2012; hayatımı tamamen değiştiren, yepyeni bir yola girmemi sağlayan tarih.
Dünyanın bir ucunda yaşanan depremin neden olduğu tsunami neden bir Amerikalı kızın hayatını derinden etkilesin ki? Neden tüm yaşamı ters düz olsun, neden bildiği her şey bir anda değişsin?
Hawai adalarının yakınlarında meydana gelen depremin ardından oluşan tsunamide, orada tatil yapmakta olan ablamı ve eniştemi kaybetmiştim. Bir kaç aylık oğulları küçük Tim ise kaybolmuştu. Üçü, akademisyenliğe adanmış yaşamımın ve sorunlu erkek arkadaşım Brandon’ın varlığıyla kilitlenmiş hayatımın karanlığını hafifleten yegâne ailemdi. Ancak elçilikten gelen haberlerle, ölümlerini kabul etmek zorunda kaldığım tek ailemin yasını tutmaya başladığımda, aslında değişmek üzere olan kader merdivenimin ilk basamadığında olduğumdan habersizdim.
Yaşadığım inanılmaz acı ve altından nasıl kalkacağımı tahmin edemediğim yalnızlık hissiyle, dopdolu geçirdiğim iki hafta bitmişti. Ardından, aniden ortaya çıkan bir sürprizle birlikte anne olmuştum. Sonrasındaysa her annenin yaptığı gibi, kederimi küçük mucizem olan yeğenimin, yani artık bebeğim olan tatlı yaramazın kokusuna gömmek zorunda kalmıştım.
Tsunaminin ardından ortaya çıkan kayıp listeleri ve bulunan cenazelerin açıklanmaya başlamasının üstünden bir hafta geçmiş ve ben ablamla eniştemin cenazelerini beklemeye başlamıştım. Küçük Tim’in ise cenazesine ulaşılamamış olması hüznümü sürekli katlıyordu. Tim henüz dört aylıktı ve minicik bedenin o yıkımdan sonra ortaya çıkması imkânsızdı. Bunun mümkün olmadığını, ablamın ve eniştemin naaşlarının resimlerinden teşhis edilemedikleri için DNA testiyle bulunmasından biliyordum. Tsunaminin neden olduğu yıkımın içinde, minicik bedeninin çektiğini varsaydığım acıları düşündüğümde kalbimi saran tarifi imkânsız yıkılmışlık her geçen gün daha da artıyordu.
Onlar basit bir zehirlenmeden dolayı uykularında ölmemişler ve kim bilir ölürken neler yaşamışlardı, son anlarında neler düşünmüşlerdi? Hele ablamın, bir şekilde Tim’den ayrıldığı ilk saniyelerde aklından geçenleri düşünmek bile nefes almamı engelliyordu.
Cenazeler getirilip defnedildikten sonra geçen hafta boyunca kâbuslarımda sürekli Tim’i görüyordum. Hâlâ ulaşılamamış küçük bedeni bir yandan da umut ışığım oluyordu. Belki de çok küçük olduğu için o büyük yıkımdan kurtulmayı başarabilmişti.
Gördüğüm kâbuslar ve içime kapanmaya başlamamla birlikte Brandon, birkaç gün içerisinde yanımda uyumayı bırakmış ve ne zaman yapabileceğim bir şey olmadığını anlayacağımı sormaya başlamıştı. Belki de yanımda uyumaktan başka bir şey yapamadığı için hırçınlaşıyordu. Yapabileceğim bir şey olmadığının ben de farkındaydım; özellikle kâbusları engellemek konusunda gerçekten yapabileceğim bir şey yoktu. Fakat sadece ben değil çevrem de benim gibiydi. Yaz günü aralıklarla yağan sağanaklar, erken gelen sonbaharın hüznünü yayıyordu her yana.
O dönemde, tüm hayatımı sorgulamaya başladım. İnsan hayatı, gelincik çiçeğinin yaprakları gibiydi… Kırılgan; savunmasız. Bir an buradaydık, bir an sonra başımıza ne geleceğini tahmin etmemiz mümkün değildi. Bu sebeple gelecek planları yapmaktan vazgeçmiştim; özellikle Brandon’la… Brandon’ın bencilliği beni fazla rahatsız ediyordu. Öyle ki