Gökyüzü, ağır ve kasvetli bulutlarla kaplanmıştı. Yıldızlar, sanki bu geceye şahitlik etmek istemezcesine görünmez olmuştu. Ay bile, sisin ardında silik bir hayal gibi asılı duruyordu. Hava, keskin bir bıçak gibi yüzü kesiyor; nefes almak bile acı veriyordu. Şehrin kalabalığı saatler önce dağılmış, geriye sadece uzaklardan gelen köpek havlamaları ve rüzgârın uğultusu kalmıştı.
Bahar, sokak lambasının sarımtırak ışığı altında, beton zemine çökmüş hâlde oturuyordu. Dizlerini karnına çekmiş, ince kollarıyla kendini sarmalamıştı. Titreyen ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyor, ama soğuk, derisinin altına işlemiş, kemiklerine kadar ulaşmıştı. Yanından geçen rüzgâr, sanki varlığını fark etmiş gibi özellikle onu hedef alıyor, saçlarını yüzüne savuruyordu.
Üzerinde ince bir mont, altında dizleri yıpranmış kot pantolon vardı. Ayakkabıları eskiydi; sol teki hafifçe yırtılmış, tabanı su çekiyordu. Ayak parmaklarının üşümesi artık uyuşmaya dönüşmüştü. İçinde bulunduğu durumun acımasızlığını en çok bedeninde hissediyordu. Soğuk, yoksulluk ve yalnızlık… Üçü de aynı anda saldırıyordu ona.
On altı yaşındaydı Bahar. Ama yaşı, yaşadıkları karşısında önemsizdi. Çocuk olması gereken bir dönemde, çocukluğunun bütün izleri silinmişti. Bir zamanlar annesinin dizinin dibinde oturup saçlarını tarattığı günleri hatırlıyordu, ama bu anılar, çok eski ve bulanık bir masal gibi geliyordu artık. O gece, bir çocuk olmayı bir anda bırakmıştı.
Annesi Asya, yıllardır hayatında yoktu. Eksikliği, zamanla kabuk bağlamış bir yara gibi görünse de, bazı geceler kabuk kendi kendine düşer ve yara tekrar kanardı. İşte bu gece, o yaralardan biriydi. Onun yerini dolduran, evdeki yeni kadın, bir anne değil; soğuk, yabancı bir figürdü. Bahar’ın gözlerinin içine bakarken bile sanki onun varlığını istemiyordu.
Kapı, akşamüstü suratına çarpılmıştı. Bahar, o tok sesin ardından evin içine sinmiş sessizliği hâlâ kulaklarında duyuyordu. Sokağa çıktığında nereye gideceğini düşünmemişti. Belki de düşünmek istememişti. Çünkü nereye gitse, yanında taşıdığı yalnızlık her köşede onunla olacaktı.
“Burada ne yapacağım ben?” diye sormadı. Sormayı bırakalı çok olmuştu. Hayatı sorgulamak, ona sadece daha fazla yorgunluk getiriyordu. Artık ne soracak, ne de ağlayacak gücü vardı.
Sokak lambasının ışığı, gri duvarların üzerinden süzülüyor, ama o ışık ne duvarlara ne de Bahar’a umut veriyordu. Sadece varlığını hissettiriyordu; ıssızlığın ortasında, tek başına yanan bir ampul gibi.
Bir köpek, karşı kaldırımda ona kısa bir süre baktı, sonra başını çevirip uzaklaştı. Bahar, o bakışta bile bir yargı sezinlemişti; sanki hayvan bile onun bu hâline alışmıştı.
Bahar’ın zihni, soğuğun etkisiyle ağırlaşmaya başlamıştı. Elleri uyuşmuş, dudakları morarmıştı. Ama zihninde, soğuğun bile dokunamadığı bir yer vardı: hayaller. O an, annesinin kokusunu hatırladı. Nane ve yasemin gibi hafif, ama tanıdık bir koku… Birden annesinin sesi geldi kulaklarına; yumuşak, ama kırılgan.
Yavaşça başını kaldırdı. Gözleri, loş ışığın altında yavaş yavaş kapanmaya başladı.