Açelya
Elimde kitap kutuları, yanımda ise yalnızca kardeşim sayılacak kadar yakın değil, ruhumun bir parçası olan İlay vardı. Aynı anneden doğmamıştık belki ama onunla kurduğum bağ, kanla açıklanamazdı. Yazarlık yolculuğumun her virajında, en karanlık dönemeçlerinde dahi omzumu tutan hep oydu. Telefonumu her açtığında önce bir sessizlik olurdu, sonra sesi kısık ama güven dolu bir şekilde sorardı:
“Neredesin?”
Şimdi, Şanlıurfa’nın acımasız güneşi altında, bir yaz gününün tam kalbinde yürüyorduk. Hava değil de sanki gökyüzü bir fırın kapağıydı, üstümüze kapatılmış gibiydi. Güneş, gökyüzünün tam ortasına kazınmış öfkeli bir mühür gibi bakıyordu bize. Asfaltın üzerinde yürümüyor, eriyen hayallerin içinden geçiyor gibiydik. Her adımda ayakkabılarımız yere yapışıyor, ter sadece bedenimizden değil, zihnimizden de sızıyordu.
“Kanka ben sıcaktan ölüyorum,” dedim, kolumun tersiyle alnımdaki teri silerken.
İlay bir kutunun üzerine yığıldı. Onun kahkahası bile sıcaktan donuk çıkıyordu; nefesinden çok, bir anı gibi... Sesi titrekti, sözcükleri terle sulanmış gibiydi.
“Açelya... ben öldüm. Dalağım gitti. Kalbim pes etti,” dedi, dramatik bir tiyatro oyuncusu gibi.
Yüzü kıpkırmızıydı, yanaklarında ter çizgileri bir harita gibi uzanıyordu ama hâlâ gülümsüyordu. Beni asıl yoran sıcaktan çok, onun bu inadına umut saçan gülümsemesiydi. O gülüş, içimin en yorgun yerine bile “yalnız değilsin” diye fısıldıyordu.
Nihayet kitapları imzalayacağımız standa vardık. Parmaklarımız neredeyse hissizleşmişti ama kutuları yere bıraktığımız an derin bir nefes aldım. İlay hemen kendi masasına geçti. Önümüzde ismimiz yazılıydı – küçük ama devasa bir ayrıntıydı bu. Çünkü bu defa, kelimelerim sadece kağıtlarda değil, insanların hayatlarında da yer edinmişti.
Sandalyeye henüz oturmuştuk ki, anons yükseldi:
“Fuar alanımız açılmıştır, tüm okurlarımıza keyifli gezmeler dileriz…”
Ve sonra bir uğultu… Ardından kalabalık.
İlk başta birkaç kişi sandım. Ama başımı kaldırınca gözlerim büyüdü. Sıraya giren yüzlerce insan… Ellerinde kitaplar, parlayan gözlerle bakan yüzler… O an içimde bir ses yankılandı:
“İşte… hayalini kurduğun yerdesin.”
Kimse yıllar önce bana “Bir gün binlerce insan senin kitabını imzalamanı bekleyecek” dese inanmazdım. Bu kadarına kalbim bile hayal kurmaya cesaret edemezdi. Ama işte buradaydım, güneşin altında değil, kaderin satırlarında yürüyordum.
İmzalamaktan ellerimiz uyuşmuştu. Kalem, parmaklarımızın uzantısı gibi olmuştu. Harfler birbirine karışıyor, cümleler bulanıklaşıyordu. Ama bu yorgunluk öyle başkaydı ki… Hayal kırıklığından değil; hayalini gerçekleştirmenin ağırlığından gelen tatlı bir yorgunluktu.
İlay’a döndüm. Göz kapaklarım ağır, sesim zorla çıkıyordu.
“Pist kanka... Ben çok yoruldum. Gözlerim resmen ‘imdat’ diyor.”
O ise yarı baygın, yarı dirayetli bir tebessümle baktı.
“İnan Açi, ben de bittim. Ama şu son kitabı da imzalayalım, sonra biter zaten.”
Ve tam o anda, son imzayı atarken biri yaklaştı. Gözleri ışıldıyordu ama elleri titriyordu.
“Şey… Merhaba. Ben Aylin. Büyük hayranınım. Şey... seni evime davet etmek istedim…”
Bir an için konuşamadım. Aylin’e baktığımda yıllar önceki halimi gördüm. Gözleri parlıyor