Bölüm 1 – Geçmiş
"Abim... Yoldaşım, hayal arkadaşım... Bensiz nereye gidiyorsun?"
Titreyen ellerim, sımsıkı tuttuğum bir bez parçasına kenetlenmişti. Altında yatan, bir kefeni bile çok görülen şehidimdi; abim Altay Təmir... Daha yeni sevdiği kadını toprağa vermişti, şimdi de o gidiyordu.
Gözlerim, yağmura gebe kara bulutlar gibi boşluğa bakıyordu. İçimde fırtınalar koparken, dışım buz gibiydi. Derken, duvarların yankıladığı o lanet kelimeler havayı parçaladı:
"Hain Sincanlı!"
Sesin geldiği yöne dönüp baktığımda, ayakta bile zor duruyordum. Yaklaşıyorlardı. Karanlık yüzlerinde acımasız bir ifade vardı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Bir an babama döndüm, kolundan sıkıca tutup sarstım.
"Baba, kalk gidelim! Geliyorlar!"
Babam... O koca çınar... Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Öyle bir baktı ki bana, sanki son defa görüyormuş gibi... İnsan bazı şeyleri hissederdi. Ölüm, bir gölge gibi üzerine çökmeden önce soğuk nefesiyle dokunurdu tenine. Tıpkı o insan kılığındaki şeytanı gördüğüm an içimde kopan fırtına gibi...
O şeytan, pis bir gülümsemeyle yaklaştı. Ağır adımlarla... Üzerime doğru eğildiğinde, nefesi çürümüş et kokuyordu.
"Belgeler nerede, hain Sincanlı?! Söyle! Yoksa oğlun gibi olursun!"
Babam başını dik tuttu. Çin askerinin gözlerine dimdik baktı, sonra gözlerini bana çevirdi. Dudakları titredi, gözlerinden bir damla daha süzüldü. Sonra fısıldadı:
"Çok özür dilerim, kızım..."
Gözlerimi kırpamadım bile. O sırada, babam derin bir nefes aldı ve o sözleri söyledi:
"Bedenimi öldürebilirsiniz, ama ruhumu asla!"
Ve sonra... Sonrası çığlıkların arşı titretmesi... Formik asitle yakılan bir adamın tarifsiz acısı...
"BABA!"
Bağırmak istedim, çığlık atmak istedim ama... Siz hiç ağlayamamak nedir bilir misiniz? Ben ağlayamıyordum. Çünkü kafama dayanmış bir silah vardı.
"Ağlarsan ölürsün!" demişlerdi.
Ve ben, gözlerimi bir an bile kaçırmadan babamın canlı canlı yanışını izledim.
"Diz çök, Sincanlı!"
Boğazıma düğümlenen acıyı yuttum. Çenemi sıktım. O lanet adamın gözlerine dik dik baktım.
"Bir Türk ve Müslüman, onu yaratandan başkasına diz çökmez!"
Bu sözleri söylememle birlikte, bir asker elindeki sert demiri dizlerimin arasına vurdu. O an, acıyla bağırdım. Acıyla yere kapandım. Nefesim kesildi. Ama onlara boyun eğmedim.
Bir başka asker, elinde kızgın demirden bir mühür tutuyordu. Gözlerimi kaldırdım, içimden sadece şunu geçirdim:
"Allah’ım, sen acıyı azaltır mısın?"
Asker, mühürü boynuma bastırdı. Tenimin yanışıyla gözlerim karardı. Ama gözlerimi hiç kırpmadan ona, yanındaki kıza baktım.
O küçük kız... Çin Devlet başkanın kızıydı. Babamın ve abimin ölüm emrini verenlerden biriydi. O küçücük yaşında azmettirici olmuştu. Dudaklarımı zorlukla oynattım.
"Bu yüze iyi bak, hiç unutma. Çünkü gün gelecek, devran dönecek!"
O kız... O gözleri buz gibi soğuk kız... Babamın kemiklerini köpeğine attığında içimdeki bütün acı bir öfkeye dönüştü.
Acı çektiren neydi biliyor musunuz? Ne dizlerime inen darbelerdi, ne de boynumdaki mühür... Beni asıl öldüren, vicdanın eksikliğiydi. Merhametin yokluğuydu. İnsan, vicdanı ve merhametiyle insandı. Bunlar olmayınca hayvandan da aşağı oluyordu.
Tam o sırada...
Yüzüme