Gecenin ikisiydi. Ekran karanlık, ama yüzüne vuran ışık odanın bütün havasını dolduruyordu. Telefonun ekranında kendi fotoğrafına baktı. Yirmi üç dakika önce paylaşmıştı.Yirmi üç dakikada otuz altı beğeni. Az mıydı? Fazla mıydı?Kiminle kıyasladığına bağlıydı. Bir an için telefonu bırakmak istedi ama parmakları istemsizce yeniden ekranın üzerinde gezindi. Kimler beğenmişti? Ayşe beğenmemiş. Oysa o, Ayşe’nin paylaştığı her şeye kalp bırakırdı. İçinden bir ses “önemsiz” dedi, ama midesinde o tanıdık sıkışma başladı. Sanki biri onu görmemişse, varlığı biraz eksilmiş gibiydi. Kendini ilk kez böyle hissetmiyordu. Çocukken resim defterine bir şey çizer, babasına gösterirdi. Babasının “aferin” deyişi o kadar güzeldi ki…Ama bir gün, babası sadece “hmm” demişti. O gün, renkler anlamını yitirmişti. O zamandan beri birilerinin “beğenmesi” gerekiyordu. Yoksa yaptığı hiçbir şeyin anlamı kalmıyordu. Bugün o çocuk, büyümüş hâliyle sosyal medyada aynı şeyi yapıyordu. Bir “aferin” bekliyordu ama artık babasından değil, binlerce yabancıdan. Ve onların onayı, bir saniye bile sürmüyordu. Bir fotoğrafın altında beliren kırmızı kalpler, birkaç saat sonra başka birinin gönderisine kayıyordu. Ama içindeki eksiklik, hiçbir yere gitmiyordu. Telefonu tekrar eline aldı. Bir bildirim daha. Yeni bir beğeni. Gülümsedi — ama suni bir gülümsemeydi. Bir beğeni daha aldı, bir doz daha rahatladı. Kısa sürdü. Sanki beyni küçük bir ödül alıyor, sonra hemen daha fazlasını istiyordu. Bu bir bağımlılıktı. Sosyal onay, artık dopaminin en kolay kaynağıydı. Ama her dozda biraz daha boş hissediyordu. Bir ara ekran karardı. Telefonu kenara bıraktı. Karanlıkta sessizliği duymak zordu. Kendi düşüncelerinin sesini bile unutmuştu. Bir an için içinden bir soru geçti: “Ben kimim, biri beğenmediğinde?” Sorunun ağırlığı odaya yayıldı. Yıllardır bastırdığı bir gerçekti bu: Kendini hep başkalarının gözleriyle tanımlamıştı. Kendine hiç “ben kimim?” dememişti. Hep “beni kim beğenir?” diye sormuştu. Sabah olduğunda aynanın karşısına geçti. Yorgun bir yüz vardı karşısında. Filtre yoktu, ışık yoktu. Sadece gerçek. O yüz, uzun zamandır görmediği kadar tanıdık geldi. Ama aynı zamanda yabancıydı da. Belki de bu yüzden bu kadar çok paylaşım yapıyordu; kendiyle yüzleşmemek için, sürekli dışarıya bir versiyonunu sunuyordu. En iyi açı, en doğru kelime, en uygun müzik… Ama hiçbiri, içindeki sessizliğin yerini doldurmuyordu. Kahvesini alıp pencerenin önüne geçti. Sokakta insanlar vardı.Kimse birbirini beğenmiyordu, ama herkes oradaydı. Gerçekti. Bir çocuğun kahkahası, bir kadının aceleyle yürüyüşü…Hiçbiri paylaşılmamıştı ama hepsi yaşanıyordu. O an fark etti ki: Beğeni almak, yaşadığını kanıtlamazdı. Zaten yaşıyordu. Var olmak için birilerinin görmesine gerek yoktu. Telefonu masaya bıraktı. Bir daha paylaşım yapmamak gibi bir karar değildi bu. Ama bu kez fotoğraf çekmek yerine, pencereden dışarı baktı. Ve ilk kez, sadece kendisi