Evvel zaman önce…
Hiçliğin çalkalandığı, soğuk karanlığın kasıp kavurduğu yaratılışta, dişil ve eril ilahi varlıklar boşlukta öylece süzülüyorlarmış. Kimi, süzüldükleri karanlıktan daha yumuşak ışıltılı bir karanlık, kimi ise o karanlığı yaran bir ışık huzmesiymiş. Kimi bir su bulutu, kimi bir toprak parçasıymış. Kimi sisler içinde, bir diğeri ise alev alev yanarmış. Ama hepsinin özünde tek bir şey; yaratmak varmış. Bin varlık o evvel zamanda bilinçlenmiş, gelişmiş ve özümsenmiş. Sonra hiçlik daha da çalkalanmış, kabarmış ve soğuk karanlık ebediyen yarılmış. Farklı kainatların kadim kapıları o an aralanmış önlerinde. İlahi varlıklar, zamanın geldiğini bilmişler ve hepsi birer surete, farklı bedenlere bürünmüş.
Tenleri, var oldukları özden şekillenmiş. Eriller, en kusursuz, keskin ve mermer gibi pürüzsüz bedenlere girmiş. Dişiller ise dolgun, biçimli ve albenili tenlere bürünmüş. Hepsi gücünün izini teninde taşıyormuş. Saçları, kaşları ve gözleri ilmek ilmek dokunmuş. Bedenleri ete ve kemiğe bürünmüş. Özleri damarlarına altın kanla dolmuş. Ama bazılarının tenleri, zamanın tellerine takılmış ve yaşlanmış, bazılarının bedenleri daha gençleşmiş. Bazıları ikiz, bazıları üçüz var olmuş ve denge böyle kurulmuş.