Ankara, Aralık ayının son günleri…
Şehir, ağır gri bulutların altında sessizce nefes alıyordu. Rüzgâr, sokak lambalarının soluk sarı ışığını titretirken, Kızılay’ın kalabalığında başını eğmiş yürüyenler, ellerini cebine gömüp hızla geçiyordu. Hava, sadece cildi değil, ruhları da donduruyordu. Bu soğuk, Umay Öztürk’ün içindeki fırtınanın yanında hiç kalıyordu.Umay, gri kaşmir kabanının yakasını çenesine kadar kaldırmış, titreyen parmaklarıyla atkısını sımsıkı sarmıştı. Dışarıdan bakıldığında, kalabalığın içinde bir gizemi olmayan sıradan bir kadın gibiydi. Ancak gözlerindeki derin sızı, aklındaki sıradışı boyut onu sıradan olmaktan çok öteye taşıyordu. Sanki başka bir yere bakıyordu; bu dünyaya ait olmayan bir yere...
Son altı aydır hayatı, gerçeğin kıyısında dans eden bir bilinmezlikle örülmüştü. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın resmi kayıtlarda yer almayan, sırlarla dolu “Daire 9” adlı gizli biriminde çalışıyordu. Bu birim, fizikötesi algıları, bilinçaltı bağlantılarını, rüya devriyelerini araştırıyordu. Umay, altı aydır gece rüyasında gördüğü kabusların gerçek olduğuna tanık oluyordu.
İlk rüya, bir patlamayla başladı. Gecenin içinde bir ışık hızıyla ilerleyen görüntüler; takip eden yüzler, kapalı kapılar ardındaki karanlık odalar... Ve sonunda haberlerde duyduğu, “faili meçhul” olarak açıklanan olaylar.O sabah telefonuna düşen kısa mesaj, hayatının dönüm noktasıydı:
/Hazırlan, ilk geçişin bu gece./
Saatler ilerlediğinde, Ankara’nın çeperindeki terk edilmiş askeri lojmana doğru yola çıktı.Kapıda onu bekleyen Polat Komiser vardı.
Gözleri Umay’ın gözleriyle buluştuğunda, "Zihnin seni nereye götürürse git, müdahale etme. Sadece izle ve kaydet," dedi.
Umay’ın kalbi hızlandı. Aldığı sorumluluk başka hayatlar yaşayan insanlar için imkansızdı ama Umay için ulvi bir görevdi, ancak buna rağmen kalbi ve midesi arasında sıkışmış sancı nefes almasını bile zorlaştırıyordu.
Bu bilginin ağırlığı omuzlarına binerken, derin bir nefes alıp başını salladı.
Uyku tulumuna yatırıldığında kalp ritmi cihazlara bağlandı, kulaklıklar takıldı. Odayı tek bir kırmızı ışık aydınlatıyordu, nabzı gibi titreşiyordu. Umay gözlerini kapatırken o ışık söndü ve Polat Komiser’in sesi kulaklıkta yankılandı:/Uyanmadan gör. Gördüğünü unutma./
Bedenden ayrılış, varlığın adeta kıvılcımlı titreşimi ve korku arasında gidip gelen bir uğultu... Sonunda gözlerini açabildiğinde kendini başka bir Ankara’da buldu. Gökyüzü zifiri, sokaklar ıssızlıkta yankılanan zayıf bir çığlık gibi ürkütücüydü. Nefes alıp veren hiçbir canlı yoktu, ama sessizlik akıl almaya yetecek fısıltılarla doluydu. Adımlarını her şeye rağmen sertçe attı. Her adımda zemin bir tsunaminin uğradığı okyanus gibi göğe uzanıyordu. Bu döngü saplanıp kaldığı yerden devam ediyordu sürekli. Bu sadece bir rüya değildi, hisleri çok daha keskin, çok daha gerçekti.