BOSTON...
Koyu kahverengi kaşe kabanının ön düğmeleri ilikliydi. Elleri cebindeydi, boynunda ince bir atkı sarılıydı. Kabanıyla aynı renk postalıyla kurumuş yapraklara basıyor, çıkan çıtırtıları dinliyordu. Evet, duyuyordu. Aklında milyonlarca şey dönerken o çıtırtıları dikkatle dinliyordu. Ruhuna iyi geldiğini bir süre önce fark etmişti. Ses onu dinlendiriyordu. Dar bir sokaktan geçiyordu. İki yanı üç dört katlı tuğla evlerle kaplıydı. Sokak kurumuş yapraklarla süslenmişti. Başını kaldırıp yapraklarını döken ağaçlara bakıp yoluna devam etti. Köşeyi döndüğünde geniş cadde de buldu kendini. Hava bir süre önce kararmıştı yine de sokaklarda birkaç kişiden başka kimse yoktu. Onlarda gelip geçiyor, yetişmeleri gereken hayata koşuyordu.
Onun koşmasını gerektirecek bir hayatı yoktu. Olmamıştı da. Herkesin acelesinin olduğu bu sonsuz gibi görünen yaşamda onun acelesi yoktu. Alabildiğine yürüdü. O sokaktan bu sokağa geçti. İtinayla ağaçlarının altını seçiyordu. Düşen yapraklar onun terapisiydi. Acelesi olmayan hayatında önüne geçemediği telaşları vardı.
Public Garden parkına kadar gelmişti. Etrafına bakmıyor, sadece sesi dinliyordu. Umurunda değildi o kocaman ağaçları sergilediği eşsiz güzellik. Sarı kahveye bürünmüş Boston sokaklarının ihtişamlı huzurunu onun umurunda bile değildi. Abisini özlemişti. Türkiye'ye gidemiyor, abisine yaklaşamıyor, gerçek kimliğiyle bile çağrılmıyordu. Sahi gerçek adı neydi? Bilmiyordu. Hayatta kalan tek ailesi abisiydi. Koca dünyada bir abisi vardı. Geçmişe ait hiçbir hatırası yoktu. Sadece Karadenizli olduğunu biliyordu ama şehir yoktu. Hayatı görünür gibi dursa da bir muammadan ibaretti. Aklına abisi düşünce göğsünü şişiren bir soluk alıp Boston akşamına saldı. Keşke her şey bir nefes kadar kolay olsaydı... Ayağının altındaki yaprak bir kez daha çıtırdadı.
"Efendim anne," diyen bir ses duyduğunda ayağı havada asılı kaldı. İnce narin bir ses Türkçe konuşuyordu. Dünyanın bir ucunda, bir parkta ülkesinin özlemini yaşarken biri anne diyordu. Başını çevirdiğinde bir buçuk metre solunda sırtı ona dönük bir kadının telefonla konuştuğunu gördü. Havadaki ayağını geri çekti. Kımıldamadı. Kadının beresinden kaçan sarı uzun saçlarına daldı. Büyük bukleler bankın ardına düşmüştü. Biraz uzaklarında olan sokak lambasıyla onu seçiyordu. Kadın konuşmaya devam etti.
"Evde değilim." Mücella Hanım Türkiye'den kızına direktif vermeye devam ediyordu. "Mihriban eve git kızım, ne işin var bu saatte dışarıda?"
"Anne orada saat sabah sekiz otuz yani burada da akşam. Gece bir gibi konuşmasan."
"Yanında erkek yok değil mi? Elin memleketinden bana sünnetsiz damat getirmeni istemiyorum."
Mihriban kahkaha atınca başı arkasına düştü. "Anne babaannem seni duyarsa kötü olur."
"Saçma sapan konuşma kızım, ne alaka babaannen. O sünnet mi oldu? Erkeklerle fingirdeme Mihriban. Valla abilerin duyarsa katil olurlar."
Göz devirdi Mihriban, annesi görmese de. "Yok anne abilerime katil demiyorlar. Onlar kahraman oluyor."
"Mihri..." dedi annesi kederli bir solukla. Mihriban anladı,