Derler ki, bir insanın kendini keşfettiği hikayeler ya bir yolculukta başlar ya da yeni bir şehre taşınmayla... Benim hikâyem de tam olarak böyle başladı. Tek başıma, yepyeni bir şehre doğru yola çıktığım bugün, kendi hikâyemin ilk sayfasını açtım.
Anlatmak ve anlaşılmak isteyerek aldığım bu kararla otobüsün içinde yol alırken biraz kendimden bahsetmek istiyorum.
Niğde’nin Bor ilçesine bağlı Bereket Köyünde doğdum ben. Doğup büyüdüğüm yer tabiri caizse avuçlarımıza sığacak kadar küçük bir yerdi. Tıpkı yolculuk yapmadan önce yanıma aldığım eşyalarım kadar küçük.
Eşyalarım dediysem yıllardır benim yanımda kırık tekerleğiyle sürünen emektar valizimin içine sığdırdıklarımdan bahsediyorum.
Yolculuk boyunca yanımda kimse yoktu. Yine en yakın yoldaşım, Zamanında bizim köylü Postacı Ömer ağabeyden borç alınan yüz liranın kırk lirasına alınmış, soluk renkli, siyah valizimdi.
Bizim köylülerin ağzıyla o da benim gibi erkenden gocamıştı. Kenarlarından saçakları çıkmıştı. Tekerleğinin biri kırık diğeri ise yerlerde sürünmekten adeta erimişti. Rengi solmuştu. Bu halde bile patlayana kadar seninleyim diyordu. Birimiz canlı diğerimiz cansız iki varlık olarak hayata tutunmaya çalışıyorduk.
Hikayemin başında aklınıza kötü bir şey gelmesin. Bu kadar derin anlatmamın sebebi yokun bile yok olduğunu bilerek geçmişten gelip geleceğe yol aldığım için bu kadar buraya takılı kaldım. Zaten ileri de ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.
Biz de herkes gibi hayata tutunmak için karnımızı doyurmak uğruna sırtımıza yük yüklenenlerdendik. Çok şükür, onun dışında başka bir dertle, başka bir tasayla henüz tanışmamıştık.
***
Önce nereden geldim nereye gidiyorum ondan bir bahsedeyim. Az önce de bahsettiğim gibi en fazla yüz hanesi olan küçük bir köyde doğup büyümüştüm. Köyümüz o kadar küçüktür ki hala da pek büyüdüğü söylenemez. İl merkezine ve bağlı olduğu ilçeye çok yakın olmasına rağmen ana yolun kenarında bir köydü.
Ana yol dediğimde illeri birbirine bağlayan yoldu. Bana hangi köydensin diye soranlara, ki köylü olduğum hemen anlaşılırdı, hep aynı tarifi yapardım:
“Kolsuz geçidini çıktıktan sonra, Niğde-Adana-Ankara yolunu birbirine bağlayan o köprüye varmadan birkaç kilometre öncesindeki yolun kenarında gördüğünüz küçük köydenim.” Bu tarifi yaptığım da az çok herkes, bahsettiğim yerin neresi olduğunu çabucak anlardı.
Çok samimiysem şayet onlara şunu da söylerdim. “O yolun kenarında keçi güden kız gördüyseniz işte o benim”
Çocukluğum o yolun kenarında, gelip geçen arabaların içindeki çocukların hayatlarını hayal ederek geçmişti. Acaba onlar da beni görüyor mu? Bu kız kim? Hangi ev onun evi? Şu köy onun köyü mü diye düşünüyorlar mı diye çok düşündüm.
Köyün hemen girişinde büyük bir taş vardı, hâlâ da durur. Ben hep o taşın üstüne oturur, elimdeki söğüt dalıyla iki siyah keçimi güderken, onlara yoldan geçenleri tarif ederdim.
"Şu arabada kesin şöyle bir kız var," derdim.