O karanlık gece, şehir hiç alışık olmadığı bir hamleye şahit oluyordu. Uykuya çoktan dalmış olan o şehrin iki ayrı ucunda, iki ayrı ofiste tek bir karar, iki ayrı kurdun üstüne bir kafes gibi bırakılmıştı.
Kurtlardan biri, babası Orhan beye reddeden bakışlarla kaldırdı başını. ''Yapamam baba.'' Dedi açık açık. ''Ben bir adamın ‘karısı’ olmak için yetiştirilmedim. Sen yetiştirmedin!'' Sesi net, mavi gözleri alev alevdi. Ağır ahşap masadaki dosyayı kapağını bile çevirmeden itti geri Orhan beyin önüne. Babasıyla ilk defa böylesi bir yol ayrımı yaşıyorlardı.
Orhan bey ülkenin en ünlü silah kaçakçılarından biriydi. Yıllarca devletin kirli işlerini yapmış, sat dediklerinde satmış, vur dediklerinde vurmuştu. Bu işlere daha on beş yaşlarındayken girmiş, ve bir daha çıkmayı bile düşünmemişti. Günden güne insanlığı silinmiş, karanlığı parlamıştı. Merhameti bilmezdi. O daha çok merhametsizliği ile nam salmıştı. Hatta ölüm emirleri günlük rutininin bir parçası da olsa, elleriyle aldığı son canın karısınınki olduğuna dair bir söylenti dolaşırdı yeraltı dünyasında. Belki yirmi yılı vardı bu söylentinin, ama kimse gerçekliğini teyit edecek kadar yaklaşamazdı bile Orhan beye. Kır saçları, uzun boyu, ve güçlü omuzlarıyla en fazla elli yaşlarındaydı, ama yüz yıllık bir namı vardı yer altında. Bu tehlikeli adamın yıllar boyu gülümsediğini gören tek bir kişi olmamıştı. Kızı Sezin hariç.
Sezin yirmi beş yaşındaydı