Sarayın ihtişamlı duvarlarının ardında, gizli bir hayat yaşayan genç bir prenses vardı: Hana. Halk arasında sıradan bir kız gibi görünüyordu ama kalbinde taşıdığı yalnızlık, koca bir sırla birleşiyordu.
Geceleri odasının loş ışığında fırçasını alıyor, ruhunu kâğıtlara döküyordu. O gece de aynı şekilde kalemi titreyerek kaydı sayfaya. Mavi saçlarının gölgesinde fısıldadı:
“Eğer yanımda olsaydın… beni korur muydun?”
Fırçasının ucundan yeşil saçlı, sert bakışlı bir figür doğdu. Kâğıt üzerinde savaşçı gibi duran bu yabancı, Hana’nın içindeki özlemin beden bulmuş hâliydi.
Ama o gece, çizgiler kâğıtta kalmadı. Rüzgâr gibi bir uğultu, sayfaları savurdu. Gözlerini kapatıp açtığında karşısında, aynı çizdiği gibi duran bir genç adam vardı.
Haru.