Soğuk bir sabah, İstanbul’a inen uçaktan genç bir adam indi. Üzerinde koyu renkli bir kaban, omzunda ağır bir sırt çantası vardı. Adı Aleksei Ivanov. Moskova’dan gelmişti. Türkiye’de yüksek lisans yapacak, bir yıl boyunca bu şehirde kalacaktı. Havalimanından çıkarken İstanbul’un karmaşası onu önce biraz boğdu. Kalabalık, korna sesleri, simitçiler, ezan… Hepsi ona çok yabancıydı.
Dili tam bilmediği bir şehirde yaşamak zordu ama Aleksei yeni deneyimlere açıktı. Babası gibi katı kurallarla değil, kendi seçimleriyle yaşamak istiyordu. O, dünyayı anlamak isteyen bir arayış insanıydı.
Üniversiteye ilk gittiği gün, gözleri koridorlarda gezinirken çok konuşmadan sınıfına geçti. Ders başlamadan önce herkes kendi aralarında Türkçe konuşuyor, gülüyorlardı. Anlamıyordu ama ifadelere dikkat ediyordu. Sessiz bir gözlemci gibiydi.
Kütüphaneye uğramaya karar verdi. Kitaplar her yerde aynıydı; evrensel bir dili vardı. Raflar arasında gezinirken bir masa başında oturan genç bir kız dikkatini çekti. Siyah başörtüsü, kalemle çizdiği notlar, ciddiyet dolu ifadesi… Göz göze geldiler. Zeynep hafifçe tebessüm etti ve başını tekrar defterine çevirdi.
O an kısa sürdü ama Aleksei’nin içinde bir merak kıvılcımı doğdu. Kimdi bu kız? Neden bu kadar farklı ama huzurlu görünüyordu?
Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. Aleksei, kaldığı öğrenci yurduna dönerken gökyüzüne baktı.
"Moskova'dan çok farklı," dedi kendi kendine.
"Belki de burada sadece ders değil, hayatın başka şeylerini de öğreneceğim."