Kanatlarım kırılmıştı.
Ay ışığına susayan bedenim, gölgesiz zindanın taş duvarlarına zincirlenmiş halde soluyordu. Yıldızların ışığını göremiyor, yalnızca karanlığın boğucu sessizliği içinde nefes almaya çalışıyordum.
Burası onun sarayıydı.
Cehennemin kapılarının ardında yükselen o kara taşlardan yapılmış, ateşle nefes alan bir saray. Dışarıdan gören herkes dehşete düşerdi; ama asıl korkunç olan, içeride yankılanan sessizlikti. Sanki bu duvarların içinde zaman bile zincire vurulmuştu.
Ve o geldi.
Adımlarının yankısı bile kalbimi sıkıştırıyordu. Çelik zırhın gölgesi hücremin kapısında belirdiğinde nefesim hızlandı. Gözlerimi ona dikmemek için direndim, ama karanlığın efendisini görmezden gelmek mümkün değildi.
Altın-kızıl gözleri üzerime düştüğünde, içimdeki tüm ışık sanki titredi.
O gözler ateşten yapılmıştı ya da düşmüş yıldızların öfkeli kalıntılarından.
“Peri.” dedi, sesi ağır ve buyurgandı. Ama o sesin altında, garip bir yankı hissettim,sanki yorgun bir yalnızlık.
Dişlerimi sıktım.
“Beni öldürmeyeceksen, zincirlerimi çöz. Karanlığında çürümektense savaşarak ölürüm.”
Kael, karanlığın prensi, dudaklarında belli belirsiz bir gölgeyle bana baktı. Ne gülüyordu ne de öfkeleniyordu. Sadece inceliyordu.
“Senin ışığını söndürmek için acele etmeyeceğim, küçük peri.” dedi. “Belki de içinde sakladığın ışık, benim karanlığımı parçalayabilir.”
O an kalbim daha sert çarptı.
Nefret etmem gerekiyordu.
Ama hissettiğim şey nefretin ötesindeydi: Korkuyla karışık, açıklayamadığım bir çekim.
Karanlığın zincirleri yalnızca bileklerimde değildi.
Yavaş yavaş kalbime de doluyordu.