Zamanın dokusunu parçaladı... ve gerçeklik onun için bir daha asla aynı olmayacak. Dr. Altan Evren, zamanın özüne bakmayı başardı. Şimdi bedeli ödeyecekti. Geçmiş, gelecek ve şimdi, aynı anda üzerine akarken, çıldırışın eşiğinde bir varoluş mücadelesi başladı. Kronozor: Sınır tanımayan bir bilimkurgu macerası.
BÖLÜM 1: SESSİZLIĞIN MERKEZINDEKI TOZ
Dünya, gürültüsünü kaybetmişti....
Dr. Altan Evren, bu sessizliğin içinde, nefes alışverışlarının bile laboratuvarın steril havasında yankılandığını hissediyordu. Penceresiz, beş metreye beş metre karelik bu yalıtılmış oda, onun hem hapishanesi hem de mabediydi. Duvarlar, dünyanın manyetik alanından ve hatta en zayıf radyo dalgalarından dahi onu izole eden kurşuni, yumuşak bir malzemeyle kaplıydı. Havada, statik elektriğin keskin kokusuna karışmış, soluk bir vanilya ve eski kağıt kokusu asılıydı. Bu, makinaların ve yüzyıllık fizik kitaplarının kokusuydu.
Odada, bir katedralin sunağı gibi, tek ve devasa bir cihaz duruyordu: Kronozor. Adını kendi koymuştu. Zaman'ı delmek, onun özüne ulaşmak için yapılmış bir araç. Dışarıdan bakan biri için karmaşık bir tel yumağı, plazma tüpleri ve hipertemiz kristal lensler yığınından ibaretti. Ama Altan için her bir lehim noktası, her bir kod satırı, onlarca yıllık bir tutkunun, bir saplantının somutlaşmış haliydi.
Elleri, üzerinde çalıştığı ana kontrol konsolunun soğuk, pürüzsüz yüzeyinde gezindi. Ekranlarda, sürekli akan veri şelaleleri, evrenin temel sabitlerinin - Planck sabiti, ince yapı sabiti, ışık hızı - anlık, titiz okumalarını veriyordu. Her biri mükemmel bir denge içindeydi. Mükemmelliğe bir virgül, bir nanometre, bir pikosekondan daha fazla yaklaşmıştı. Bugün, o son adımı atma günüydü.
"Kronozor, son sistem diagnostik çalıştır," diye fısıldadı sesi, sanki yüksek sesle konuşmak bu narin dengeyi bozabilirmiş gibi. Sesinin tonu bile ona yabancı geldi; yalnızlıkla aşınmış, içe dönük bir sesti.
Sentetik ama inanılmaz derecede insani bir ses. Ona, merhum eşi Defne'nin sesini model almıştı. Bu bir zayıflıktı, biliyordu. Bir bilim insanının duygusal bağlanmasıydı. Ama bu yolculuğa onunla çıkmak zorundaydı. Defne, her zaman onun en büyük hayalperestiydi.
Altan, derin bir nefes aldı. Gözlerini, cihazın kalbinde, avuç içi büyüklüğündeki bir süper-iletken halkadan oluşan Odak Noktası'na dikti. O nokta, teoride, zamanın dokusunda mikroskobik bir yırtık açacaktı. Bir solucan deliği değil, bir an deliği. Geçmişe veya geleceğe bir pencere değil, zamanın kendisinin ham, işlenmemiş, akan özüne bir bakış.
Parmağı, başlatma sekansını aktive eden düğmenin üzerinde asılı kaldı. Bu andan sonra geri dönüş yoktu. Teoriler, denklemler, simülasyonlar... Hepsi bu tek deneyde, bu tek saniyede yatıyordu. Zamanın okyanusunda bir iğne deliği açacaktı ve o, o delikten bakacak olan ilk insan olacaktı.
Düğmeye bastı.
Bir şey olmadı.
Bir anlık bir umutsuzluk, kalbinin atışını durma noktasına getirdi. Sonra...
Kronozor'un merkezinden, duyulabilir değil de hissedilebilir bir frekansta, alçak bir uğultu yükselmeye başladı. Bu, kemikleri titreten, dişlerin köklerinde hissedilen bir titreşimdi. Odadaki hava, bir an için daha yoğun, daha ağır hale geldi. Ekranlardaki veriler çılgınca artmaya, bilinen tüm ölçekleri aşan değerler göstermeye başladı.
Ve sonra Odak Noktası'nda ışık belirdi.
Ama bu, bilinen anlamıyla bir ışık değildi. Bir renk değil, bir