Mumlar söndüğünde geriye kalan yalnızca karanlık değil. İnsan kendi gölgesini bile görmez oluyor, kendi nefesini bile yabancı sanıyor. Belki bu yüzden hep kaçtım ışıklardan; parlak ne varsa üzerimdeki bütün yaraları görünür kılıyordu. Karanlıkta ise dikişlerim sökülmezdi, acılarım sergilenmezdi.
Adımlarım, taş döşeli kaldırımlarda yankılanıyordu. Şehir bu saatte hâlâ uyanıktı ama sokakların kenarında bir yorgunluk vardı. Pencerelerden süzülen ışıkların çoğu, günün ağırlığını taşıyan yüzlerin gölgelerine çarpıp kayboluyordu. Kaldırım taşlarının arasına sıkışmış otlar, sokak lambalarının solgun sarısı altında titriyordu. Yağmur yağıp da durmuştu belli ki; taşların üzerinde sığ su birikintileri parlıyordu.
Benim için burası, hiçbir zaman “yuva” olmadı. Şehir, bana hep bir hastane koridorunu hatırlatır: uzun, soğuk, yankılı. İnsan koşar, yetişmeye çalışır, ama bir türlü istediği kapıya varamaz. O yıllar, keskin bir neşter gibi içimi hâlâ kesiyor. Bir asistan doktor olarak ilk kez hayatı kaybederken ellerimden kayıp gidişi izlediğim an, bütün mesleki kimliğimi alıp götürmüştü. Artık birine şifa dağıtacak ellerim yoktu; sadece titreyen, kana bulanmış ellerim vardı.
Yirmi dört yaşındaydım ama yirmi dört farklı ölüme tanıklık etmiş gibiydim.Bir köşede sigarasını üfleyen adamın dumanı yüzüme vurdu. Başımı yana çevirdim. Duman, eski ameliyathane kokusunu anımsattı bana: keskin alkol, yanık et, kan. Nefesim boğazımda düğümlendi. “Geçmiş geçti.” dedim içimden, ama geçmiş dediğin şey, mumların sönmüş dumanı gibi havada asılı kalıyordu; çekip gidemiyordu.
Bir süre sokaklarda amaçsızca yürüdüm. Amaçsızlık bana iyi gelirdi; nereye gittiğimi bilmeden yürümek, sanki kaderimi biraz olsun ertelemekti. Şehrin karanlık damarlarında dolaşırken fark ettim ki, bazı sokakların sessizliği diğerlerinden daha ağırdı. İnsan kalabalığından uzaklaştıkça duvarlar yaklaşır, gölgeler büyür, adımların sesi daha tok çıkar.Tam da o an, bir ses işittim.
Bir darbenin sesi. Metalin sert bir cisme çarpışı gibi. Ardından kısık bir inilti. Duraksadım. İçimde eski refleksim kıpırdadı: o sesi tanıyordum. Yaralanmış bir bedenin çıkardığı sesti bu. Doktorluğumdan kaçmaya çalışıyordum, ama o ses beni yine çağırıyordu.
Adımlarımı hızlandırmadan ilerledim. Köşe başında dar bir sokak vardı, karanlık neredeyse gözlerimi kör ediyordu. Uzaktan baktığımda üç gölge seçebildim. Bir adam yere kapaklanmıştı, iki kişi ise üzerine abanmıştı. O sırada üçüncü bir gölge, sokağın diğer ucundan belirdi. Onun yürüyüşü diğerlerinden farklıydı; sessiz ama kararlı. Gözleri, gölgelerin içinden parlıyordu sanki.
İşte o an bir adamı gördüm...
Onu daha tanımıyordum, ismini bile bilmiyordum. Ama duruşu, havası, gölgelerle bütünleşmiş o hali… İnsan bazen bir yabancıyı ilk bakışta tanır, işte öyle bir şeydi. Uzun boyu, omuzlarına oturmuş siyah montu, adımlarındaki keskinlik, sanki gece onun için yaratılmıştı.
Saldıranlar onun geldiğini görünce kısa bir tereddüt yaşadı. Bu tereddüt, yerdeki adamın kanlı öksürüğünü daha da belirgin kıldı. Birdenbire sessizlik oldu; o sessizlikte kalp atışlarımı