 
				Ev sessizdi.Emma, annesinin yokluğuna hâlâ alışamamıştı. Lena'nın sesi, kahkahası, mutfaktan gelen çay koyma sesi… Hepsi bir hatıraya dönüşmüştü şimdi. Evin her köşesi annesini hatırlatıyordu ama en çok da koltuk başında asılı kalan o ince yün hırka. Lena hep üşürdü, Emma ise bu detayı her gün yeniden fark ediyordu.O sabah, pencereden dışarı bakarken güneşin çok parlak olmasına şaşırmıştı. İçindeki kasvetle uyumsuzdu. Sanki dünya, annesinin ölümünü umursamıyor gibiydi. İnsanlar işe gidiyor, çocuklar okula koşturuyor, kuşlar ötmeye devam ediyordu. Oysa Emma’nın zamanı, annesinin gözlerini kapattığı o gün durmuştu.
“Anne…” diye fısıldadı. Sadece kendi duymasını istediği bir sesle. Sanki bir cevabı olabilirmiş gibi.
Sonra ağır adımlarla mutfağa geçti. Çaydanlık yerine küçük bir demlik aldı, sadece kendine yetecek kadar. Artık iki kişilik bir hayat yaşamıyordu. Her şey yarım, her şey eksikti. Ve bu eksiklik, Emma’nın içine sindiği bir kabuğa dönüşüyordu gün be gün.O gün, annesinin eski defterlerini açtı. Lena bir zamanlar şiirler yazardı. Bazıları mutfak alışveriş listelerine karışmıştı, bazıları peçetelere. Emma her birini toplayıp bir kutuya koymuştu. O kutu şimdi Emma’nın dünyasındaki tek gerçek şeydi.