Ölen oğulları Ercan'ın ardından anısına düzenlenen bir yardım sergisine gitsen...
Ailenin genç yaşta motosiklet kazasında kaybettikleri altın çocuğunun sevdiği kız arkadaşı olduğun sanılsan...
Ondan beş yaş büyük ancak varlığı görmezden gelinen ağabeyi Erdem'i gören sen olsan...
Ölen kardeşten yaşayan ağabeye geçiş yaptığı varsayılan kalbini dinler miydin yine de?
1.Bölüm
Bangır bangır çalan yabancı dilde, sözleri anlamsız müzik...
İnsanın gözünü kör etmeye yemin vermiş, asla bir saliseden uzun süre aynı renkte kalmayan ışıklandırma...
İçtikçe içebildiği, bardağından azalmayan alkol...
"Derin, yeter artık. Hadi eve götüreyim seni."
"Eve gitmek istemiyorum."
Elindeki bardak ağzına götüreceği sırada havalanarak çift gördüğü masada yerini alınca itiraz etmesi gecikmedi.
"Gökmen, senin ağzına sıçarım. Bitmemişti o."
"Bitecek gibi de değil. Sürekli yeniliyorsun."
"Sana ne? Görmek istemiyorsan siktir git." Her bir kelimesi trenin vagonları gibi birbirinin ardına yalpalayarak ekleniyordu sanki. Ayakta duramıyordu.
"Gideyim de sabah kim bilir hangi azgın tekenin koynundan toplayayım seni."
Derin şuh bir kahkaha attığında bardağına hamle yaptı. Ne müziği ne şarkıları ne de bu mekanın berbat ışıklandırılmış tasarımını seviyordu aslında. Ortam o kadar gürültülü ve aydınlıktı ki, bu aptal mekanın Derin için hemen her gece soluğu burada almasının cazip kıldığı tek şey; düşünemiyor oluşuydu. Yani düşünmesini imkansızlaştırması. Zamanında, biraz daha gençken hatta küçükken çok düşünürdü. Kendisine sorduğu her soruyu kendince oldurmaya, bir boşluğa oturtmak için şekillendirmeye çalıştığı günleri geceleri olmuştu.
"Bu seni de azdırmıyor mu? Beni daha sert becerirsin işte ne güzel."
Aldığı alkol miktarıyla doğru orantılı olarak zihni yavaşlamıştı. Kanı kaynıyordu gel gör ki; motor becerileri de bir o kadar körelmişti. Düşünemeyen zihni gibi. Bir gün daha atlatacak gibi görünüyordu.
Gökmen ise elleriyle yüzünü sıvazladı. "Ben senin ağzına sıçacağım şimdi, yürü." Sabah binincisini yaşayacağı pişmanlıkla ağlayarak ama güya bunu belli etmediğini varsaydığı acınası ses tonuyla kendisini arayacak olan kadını belinden yakalayarak çıkışa yönlendirmeye başladı. Derin sonuçsuz kalacağı biçimde zayıf kol ve bacaklarını havada sallarken itiraz etmekten çok eğleniyor gibiydi.
"Dağ ayısı. Beni boş bir çuval gibi sırtına atıp götüremezsin. İzin vermiyorum."
"Şu an izin verme ehliyetine sahip olduğunu düşünmüyorum. Benim kararımla ilerleyeceğiz" derken görmeyi zahmetli hale getiren anlamsız ışık altında, uzuvları kendilerinden bağımsız hareket ediyormuş gibi görünen insan selinin sürüklemesiyle vestiyere vardılar.
"Üç numara, lütfen." Derin'in sanki gıdıklanıyormuş gibi kıvranmalarının izin verdiği ölçüde, giydiği kot eteğin cebinden güç bela çıkarabildiği, daire şeklindeki sert pulu bankonun ardında, kendisine acıyarak bakan görevliye uzattı.
Derin'e özel numaraydı bu. Gereksiz bir teferruattı onlarınki. Derin o mekanda iyi tanınıyordu ve prosedürler olmasa şimdiye dek kapıdalardı. Babası Karun kadar zengin olanların girebildiği VIP kısımdaki çalışandan onun soğuk kasım ayında giydiği, kendini ısıtmaktan aciz tüllü ceketini aldığında bir küfür de bunun için savurdu içinden.
"Bununla mı geldin sen?" Sonra üzerindeki, muhtelif yerlerden yırtık, iç çamaşırını cesurca sergileyen tişörte takıldı gözleri yeni görmüş gibi. "Ya seni ormanda aslanlar mı parçaladı Derin? Bunları ağustosta giysen donarsın" der demez yüzünü ısıran soğuğa rağmen ona kendi montunu giydirerek valenin çoktan hazır ettiği motosikletinin