DİLARA
Havalar artık soğumaya başlamıştı. Yavaşça, kararmaya başlayan gökyüzüne bakmak için kafamı kaldırdım. Eve gitmek istemiyordum; hem de hiç... O adamın yanına gitmek, tarifi imkânsız sıkıntıları dolduruyordu içime.
Yine sarhoş gelecekti eve, yine acımasızca dövecekti. Cebimdeki tüm parayı almaya kalkacaktı.
Ve o kadın...
O kadın, sesini çıkarmadan salonda bekleyecek, adamın işi bittikten sonra, sabaha kadar eziyetlerine o devam edecekti.
Temiz evi yine temizletecek; yarının yemeklerini yaptıracak; gurursuzca, kocasının koynuna girmem için önüme seçeneklerle dolu bir gece koyacaktı. Ta ki istediğini vermeyip, benimle uğraşmaktan vazgeçeceği âna kadar devam edecekti olağan işkencem.
Derin bir nefes aldım. Bir hafta sonra on dokuz yaşına basacaktım. Bir hafta dedim içimden, bir hafta daha dayan Dilara. Bir hafta sonra, bu iki pislikten kurtulduğumda, on dokuz yıllık eziyetim son bulacaktı.
Üniversiteyi kazanmıştım; ama göndermeyeceklerdi. Neden yollasınlardı ki ayrıca? Onların para kaynağıydım, hizmetçileriydim. Canları sıkılınca beni dövüp rahatlıyorlardı.
Maruz kaldığım şiddet öyle bir boyuttaydı ki artık sağırdım.
Evet... Yanlış anlamadınız. Beş sene evvel yediğim dayak yüzünden, tüm duyma işlevim yitip gitmişti. İki sene öncesine kadar, duymasam da konuşmaya çalışıyordum. Son iki senedir onu da yapmayı kestim.
Bu yüzden garsonluk gibi kolay bulunabilecek bir meslek yerine, beni zar zor bir atölyeye yerleştirmişlerdi; kuş kadar gelen haftalığımdan da zırnık vermiyorlardı.
Kulaklarımın durumunu, tekrar duyup duyamayacağımı bilmiyordum. Tek bildiğim, on sekiz yaşıma bastığım gün, beni bu pisliklere bağlayan belgelerin geçerliliğini yitireceği ve onların elinden kurtulabileceğimdi.
Bir hafta kalmıştı. Sadece bir hafta… Buna dayanabilirdim.
Evin kapısının önüne geldiğimde duraksadım. Kapının önünde son model bir araba vardı. Muğla’nın minik bir kasabasındaydık. Buraya, bu kadar lüks araba gelmezdi.‘Umarım,’ diye geçirdim içimden.
‘Umarım bunun ucu bana dokunmaz...’
Bahçe kapısını açıp sessizce eve girmeye çalıştım. Yani sessiz olduğumu ümit ediyordum. Salonu teğet geçerek odama yönelmiştim ki koluma yapışan pençeyle dengemi kaybettim.
Lafta ‘Baba’ olması gereken üvey babam; o pislik, beni salonun ortasına savurmuştu. Kim ne diyor anlamıyordum. Henüz dudak okuma işini kıvıramamıştım.
Dört tane iyi giyimli adam ayaklanmış, babam olacak pisliğe bir şeyler söylüyorlardı. Beni hizmetçi gibi kullanan üvey annem ise, memnun mutlu duvara yaslanmış adamları kesiyordu. Bir şeyler dönüyordu. Huysuzlanmaya başlamıştım.
Bu arada üvey annemin, içeri geçip kapıya doğru elinde valizlerimle gittiği dikkatimi çekti.Valizlerim neden elindeydi? Bu adamlarla mı gönderiyorlardı beni? Ama nereye?
Kalbim korkuyla çarpmaya başlamıştı ki adamlardan biri cebinden bir defter çıkardı.
Bir çek defteri!
Nefesimi tuttum. Aklımda bir sürü soru dönüyordu. Neden üvey babama para veriyordu? Valizlerim nereye gidiyordu?
Kafamda binlerce senaryo dönmeye başladı. Bu iki pislik beni satıyordu! Hem de dört tane, eşek kadar adama ve onların benle işi neyse, o kadar kolay ve çabuk bitmeyecekti ki valizlerimle birlikte beni alıyorlardı.
Kim bilir nerede, kaç