Gölge Çevik
O sabah, şehir garip bir sessizliğe uyanmıştı.
Hava, yaz olmasına rağmen griydi. Gökyüzü, sanki birazdan bir fırtına kopacakmış gibi kararmıştı ama tek bir damla bile düşmüyordu.
Sokaklarda çocuklar koşuşturuyor, ellerinde renkli şeker torbalarıyla kahkahalar atıyordu. Bayram sabahıydı.
Ama o sabah, bir evden kahkaha yerine silah sesi yükseldi.
Bir el silah sesi.
Kısa, soğuk ve ölümcül.
O sesle birlikte Gölge’nin hayatı paramparça oldu.
Kardeşi Simge, yerde kanlar içinde yatıyordu. Gözleri hâlâ açıktı şaşkın, anlam verememiş, donmuş.
Ve o silah...
O lanet olası silah, Gölge’nin babasından kalan son hatıraydı.
Paslı namlusu bir zamanlar vitrinde sergilenir, çocukken Gölge onu gizlice eline alıp “Baba, bu çok güzelmiş,” derdi.
Şimdi aynı silah, kardeşinin göğsünde kara bir delik açmıştı.
Tetiği çeken ise, Simge’nin en yakın arkadaşı Güneş Alkan.
O an, Gölge’nin içinde bir şey koptu.
Bağırmadı.
Ağlamadı.
Sadece Simge’nin cansız bedenini kucağına aldı ve o gri sabahın sessizliğinde uzun süre hareketsiz kaldı.
O an, dünyadaki bütün sesler susmuş gibiydi.
Kuşlar uçmayı bırakmıştı.
Rüzgâr bile esmek istemiyordu.
Ve Gölge, o sessizliğin içinde kendi karanlığıyla baş başa kaldı.
Cenaze günü, mezarlık kalabalıktı ama o hiçbirini görmedi.
İnsanların ağıtları, imamın sesi, toprağın kürekle atılışındaki tok yankı…
Hepsi uzak bir rüya gibiydi.
O sadece Simge’nin yüzüne baktı soğuk, bembeyaz bir yüz.
Sonra babasından kalan o silahı aldı, mezarın başına diz çöktü ve onu da toprağın altına bıraktı.
“Seninle birlikte gömülsün,” dedi kendi kendine.
“Bir daha kimsenin eline geçmesin.”
Ama o silah gömülürken, Gölge’nin kalbinde başka bir şey doğdu.
Öfke.
Soğuk, sabırlı, yakıcı bir öfke.
Küllerinden doğan bir intikam.
İki yıl geçti.
Bayramlar yine geldi, yine geçti.
Ama Gölge için artık her bayram, kardeşinin ölüm yıl dönümüydü.
Her sene mezarına gider, sessizce oturur, cebinden küçük bir karanfil çıkarırdı.
Bir kere bile konuşmazdı.
Sadece toprağa bakar ve içinden şunu fısıldardı:
“Bir gün… seni öldüreni toprağa kendi ellerimle gömeceğim.”
Zaman içinde o söz, bir yemin haline geldi.
Ve Gölge artık sıradan biri değildi.
Bir kimliği, bir adresi, bir geçmişi yoktu.
Kayıtlarda ölüydü ama karanlıkta yaşıyordu.
Gece olduğunda, o karanlığın içinden çıkardı.
Çocuk kaçakçılığı yapan mafyaları tek tek buluyor, sessizce infaz ediyordu.
Her biri ölümden önce sadece bir şey görüyordu:
Karanlıkta beliren, yüzü maskeyle kaplı, gözleri buz gibi bir adam.
Gölge Çevik.
İki yıl içinde on beş çocuk kaçakçısını ortadan kaldırdı.
Dört yüz çocuğun hayatını kurtardı.
Bazıları ailelerine döndü, bazılarıysa bir daha asla anne babasını göremedi.
Çünkü o çocukların bazı ailelerini Faruk Güngör denen bir canavar yok etmişti.
Silah zoruyla, korkuyla, parayla susturulan bir şehrin gölgesinde, Faruk Güngör hâlâ yaşıyordu.
Ve Gölge, her gece onun adını fısıldıyordu.
“Sen… son olacaksın.”
Polis onu arıyordu ama bulamıyordu.
Hiçbir iz bırakmıyordu.
Kullandığı her silah, her araç, her kimlik sahteydi.
O artık adaletin olmayan yerinde adaletin suretiydi.
Devletin gözünde bir katil, çocukların gözünde bir kurtarıcıydı.
Karanlıkta yürüyen bir adamdı o.
Ne bir yüzü vardı, ne bir kimliği.
Sadece bir